"Yalnız sansürcülerin hayal gücünü aşmayan şeyler sansür edilebilir" Andrzej Wajda (Sinema ve Ben)

18 Eylül 2025 Perşembe

Film


 

Gazetebilim

Bertolt Brecht kimdir?

Epik tiyatro ve yabancılaştırma efekti

Brecht’in en önemli kuramsal katkılarından biri epik tiyatro (episches Theater) anlayışıdır. Bu anlayış, geleneksel Aristotelesçi dramaya radikal bir alternatif olarak geliştirilmiştir. Aristotelesçi dramada olay örgüsü, karakterlerin iç dünyaları ve duygusal etkileşimleri üzerinden şekillenirken, Brecht’in epik tiyatrosu seyircinin edilgen bir şekilde kendini karakterlerle özdeşleştirmesini ve olaylara duygusal olarak kapılmasını önlemeyi hedefler. Bunun yerine, tiyatronun toplumsal gerçekleri sorgulatan ve eleştirel bir düşünce sürecini teşvik eden bir araç olması gerektiğini savunur. Brecht’in tiyatrosu, olay örgüsünü kronolojik bir bütünlük içinde sunmak yerine, her sahneyi kendi içinde bağımsız bir anlatı olarak ele alır. Bu teknik, seyircinin anlatıya bilinçli ve mesafeli bir şekilde yaklaşmasını sağlar.

                                                          

17 Eylül 2025 Çarşamba

Britanya

 

Windsor Kalesi'ne Trump ve Epstein görüntüsü yansıtıldı: Dört gözaltı 
Trump, bugün Kral Charles’la Windsor Kalesi’nde görüşecek. Görüşmeden saatler önce Trump ve Epstein’ın görüntüleri kale duvarına yansıtıldı.

‘İletişim araçlarını suistimal etmek’ten gözaltına alınanların yaşlarının 36 ile 60 arasında değiştiği belirtildi.

Görüşme öncesinde basın mensupları Windsor Kalesi önünde beklerken polis çevrede güvenlik önlemleri aldı.

Trump destekçileri ve karşıtları Windsor’da toplanmaya başlarken bir kişinin minibüsüne yansıttığı Epstein ve Trump fotoğrafıyla dolaştığı da görüldü.

                          

Beyoğlu

15 Eylül 2025 Pazartesi

Bursa / Fotoğraf Festivali / 12 Aralık 2025


 

Hız çetesi

 Dizi sektörü için yeni bir ‘challenge’

Cep telefonları izleme şeklimizi değiştirdi. Dikey ekranda, 15-30 saniyelik videolar, dikkat süresinin kısaldığı günümüze en uygun format. Peki bu değişim içerik üretimine nasıl yansıtıyor? ‘Dikey drama’, dizi sektöründe dönüşümün habercisi olabilir mi?

  Peki, dikey format dizi sektörü açısından gerçekten bir dönüşümün fitilini ateşleyebilir mi? Ana akımla mücadele etmesi henüz zor ama ilk hedef bu değil. Hedef öncelikle, içeriklerini neredeyse tamamen dikey ekranlardan tüketen ve mobil cihazda uzun içerik yerine kısa, hızlı ve yoğun içerikleri tercih eden, Z kuşağı başta olmak üzere yeni nesil izleyiciler. Dünya genelinde mobil video izlenmelerinin yüzde 71’inin dikey formatta gerçekleştiğini düşünecek olursak göz ardı etmek mümkün değil. Şimdi mesele kaliteli prodüksiyon ve daha genel bir kitleyi dikey ekrana çekecek hikayelerle yol almak. Anladığım kadarıyla İki Dakika Creative House tam da bu iddiayla çalışıyor. Yeni Nesil Aile ile sektörün ilgisini dikey formata çekiyor. Nitekim, şimdiden ‘ünlü’ oyuncular, yönetmen ve senaristler “Biz nasıl dahil olabiliriz?” şeklinde dikkat kesilmiş durumda. Başka bir deyişle dikey format için ‘Cihangir’den telefonlar gelmeye başlamış’ bile.

 Reklamverenin gözü dikey içeriklerde

Anlaşılan o ki, dikey drama sadece bir yaratıcı deneyim değil, aynı zamanda dev bir iş fırsatı olabilir. Türkiye’de dijital reklam harcamaları 2025’te 2 milyar doları aştı ve bu bütçenin büyük kısmı mobil video içeriklere yöneliyor. Reklamverenler için dikey içerik, hem yüksek etkileşim oranları hem de kullanıcıya birebir temas fırsatı sunuyor. İlkin Kavukçu, dikey içeriklerin ölçümlenebilir bir pazar oluşturduğunu anlatıyor.

İzlerken satın alma dönemi başlıyor

Bir sonraki adım çok daha cazip gözüküyor. Dünyada giderek yaygınlaşan ‘shop the episode’ konsepti ilgimi çekiyor. Shop the episode, bir dizi ya da programda görülen ürünlerin izleyici tarafından anında satın alınması imkanını sunuyor. Yani izlediğiniz sahnedeki bir elbiseyi, kahve makinesini ya da kanepeleri tek tıkla alışveriş sepetinize ekleyebiliyorsunuz. Belli ki, markalar için yeni bir mecra geliyor. Geleneksel reklamlar izleyici tarafından atlanırken, shop the episode, içerikle bütünleşmiş bir pazarlama kanalı sunuyor. 
Gülay Afşar   Oksijen

                         

14 Eylül 2025 Pazar

Hız

 Ekran artık dikey! 
Yakın gelecekte salonların başköşesindeki televizyonla vedalaşmak kimseyi şaşırtmayacak gibi duruyor. Zamanımızın büyük bölümünü harcadığımız telefonlar, izleme kültüründe de baskın hale geliyor; Instagram, YouTube ve X’i mobilde tükettiğimiz süre hızla artıyor.

Bugüne dek televizyonun sarsılmaz kalesi olan “diziler” söz konusu olduğunda ise çoğunluk hâlâ TV, laptop ya da tablet tercih ediyordu.

 ESTETİK DÖNÜŞÜM



Dikey ekran yalnızca teknik bir tercih değil, aynı zamanda estetik bir dönüşüm. Sinemanın geniş kadrajı yerine, yakın plan yüz ifadeleri ve sosyal medya estetiğini çağrıştıran hız/ritim öne çıkıyor. “Art-house” sinemanın sembolik arka planları geride kalırken Z kuşağının benimsediği eskizvari, doğrudan ve akış odaklı anlatı güçleniyor. Ortaya kimi zaman “cringe” bulanabilecek olay örgüleri çıksa da yeni izleyici için bu yadırgatıcı değil, aksine samimi ve süratli bir temas biçimi.



HIZIN GÖLGESİ

Dikey dizilerle görünürlüğü artan hızlı tüketim kültürü şimdiye kadar alışıldık bir akışı olan uzun süreli bölümlere sezonlara tahammülü azaltma olasılığını da beraberinde getiriyor. Anlatı derinliği, karakter gelişimi ve dramatik yapı kimi projelerde hız uğruna törpüleniyor, bu da anlık dopamin arayışını besleyen yüzeysel akışlara yol açabiliyor.

 
Meryem Parlak   Cumhuriyet

            

Mallaşıyoruz

 

“Sayın Hayvanlar”ı anlamak üzerine bir yazı    
İbrahim Akyürek   2011

Atilla Öksüz geçenlerde Pusuladaki köşesinde sert bir yazı yazdı. Piknik yeri ve plaj gibi kamusal alanlarda bırakılan poşet, bez, izmarit gibi çöplerin sahiplerine, mangalcılara dokunarak “Sayın Hayvanlar” başlığı altında içini döktü:

“Türklük, Müslümanlık böyle bir şey mi”

“Yarın yeniden buraya geleceklerini nasıl akıl
edemezler”

“Üstelik hepsi okumuş, görmüş geçirmiş, evinde titiz, bahçesinde çöp atmayan mahluklar” dedi.

Yani, hepimizin içinden - dışından kızıp söylendiği noktalara dokundu. Okurları Atilla’nın gözlemlerine katılarak “anlamak mümkün değil” biçiminde şaşkınlıklarını bıraktı.

Ben bu durumlarda gayet sakinim. Nedenini sorarsanız kızgınlığımı fırsata çevirip günümüzde olup bitenleri anlamlandıran kitaplara öncelik tanıyorum.

Daha yarısına gelmediğim, elimin altındaki “Yeni Bireycilik” kitabı “boşuna sinirlenmeyin anlamak mümkün” dedirtiyor insana.

Zaten sanat, bilim anlamak, sakinleşmek çabası değil mi?

Mallaşıyoruz
Piknik ve plaj gibi yerler kamusal alan, toplumun karşılaştığı yerler diyorsanız en başında Reagan’ın, Özal’ın ideolojik ve dönemsel eşiti; Erdoğan'ın tam gazla yolundan gittiği önceli, özelleştirmenin kraliçesi Margaret Teacher'ın “Toplum diye bir şey yok, sadece bireyler ve aileler var” ünlü sözünü kitaba bakarak anımsamakta yarar var.

Birey derseniz, kitabın yazarlarına göre “arzuların özelleştirilmiş bölgesi” oluyor. “Piyasanın yaratıcı yıkımı” bireyi “anlık haz”, “yalıtılmış hazcılık” ile tüketimin nesnesi yapıyor.

“Yarın buraya geleceklerini nasıl akıl edemezler” diye sinirlenen Atilla’yı kitabın iki yazarı şöyle yanıtlıyor sanki: 
“ne alırsam ben oyum” diye malzemeleri aldılar plaja, pikniğe geldiler. Yediler, içtiler, tükettiler daha sonra “bütün bunlar çok aptal ve anlamsız” diye iç geçirerek kamusal alanı çöplüğe çevirip terk ettiler.

Yolumun üzerindeki dükkanların camlarına bakarken mala, mülke, tüketime davet eden reklam afişlerindeki mutlu insan tipleri bir süredir beni tedirgin etmeye başlamıştı. Mutluluk ağızlarına kondurulmuştu sanki. Sonra sonra ağzın haz almanın tek önemli noktasına dönüştüğünü sezdim. Bunların aklı ağzında demeye başladım. Sinirlenmemek için reklam ve tüketimle ilgili kitaplara öncelik verdim. Kitabın birinde sosyoloji eğitmeni makalesinde reklamlardaki bu suratlara “kamusal yüz” dendiğini belirtip kızgınlık, şaşkınlık gibi yedi ayrı temel yüz ifadesi arasında mutluluk ifadesi oranının %70 olduğunu açıklayınca gözlemci yanım adına sevindim.

Aslında Atilla’ya, şaşırmalarımıza en sağlam yanıtı kapitalizmin eleştirel gözlemcisi Marx veriyor. İnsanın kendi ürettiklerine bile yabancılaşmasına değinen felsefeci giderek malların insan, insanların mal özellikleriyle tanımlandığını vurgular. Gazetelerdeki otomobil reklamları için atılan başlıklara, konan metinlere biraz dikkat edin bu araçların insan özellikleriyle çekici kılındığını anlarsınız.

"Akıllı telefonlar", "akıllı çamaşır nakinelerı", "akıllı evler" çoğalırken; insan aklının ağzında toplanmasına bakarak “Atilla haklı, mallaşıyoruz" dersek sinirlenmiş olmayız, anlamış oluruz.

 Yeni Bireycilik, Küreselleşmenin Duygusal Bedelleri
Anthony Elliott - Charles Lemert
Sel Yayınları 2010 

2011

13 Eylül 2025 Cumartesi

Kurs


Christoph Lingg

Yolu Zonguldak'tan 
(Balkayası / Kozlu) geçmiş, 90'lar...
    
Christoph Lingg 


 

Christoph Lingg




Müşerref

 

'Türkiyem' ile ünlenen Müşerref Akay: Şarkıyı işkence için yapmadım ki...

Türkiyem, Müşerref Akay'ın besteleyip söylediği, o dönemdeki eşi Mahmut Tezcan'ın sözlerini yazdığı bir şarkı. Yedi general tarafından sipariş edilen şarkı, 12 Eylül döneminin sembol şarkılarından biri oldu.

Türkiyem, o dönemde cezaevlerinde işkence aracı olarak kullanıldı. Kendisi de bu tanıklardan olan Anadolu Müzik'in sahibi Cem Yılmaz, şarkının haklarını bir daha albümü yapılmasın ve söylenmesin diye satın aldı.

Müşerref Akay, şarkıyı TRT'de Türk bayrağından yapılmış bir elbise ve şapkayla seslendirdi. Gırgır dergisi kapağını bu konuya ayırdı ve o kapak nedeniyle dergi kapatıldı. Kapatılma gerekçesinde, 'Yaşlı, çirkin, menhus bir kadının üzerine bayrak çizerek Türk bayrağına hakaret' edildiği yazılarak Oğuz Aral hakkında 2.5 yıl hapis istendi.

Şarkının sözleri şöyle:  

2022 

12 Eylül 2025 Cuma

Ne yazdılarsa/ne dedilerse yaptılar;

 

                                  Temiz EllerHakan Gürsoytrak 
       
...24 ocak kararlarının eksik yönlerinin 12 Eylül iktidarı tarafından tamamlanması beklenmektedir. Yani KİT’ler ıslah edilmeli, vergi reformu yapılmalı, endüstriyel ilişkiler sosyal adalet ve barış ilişkileri ışığında düzenlemelidir. Ekonomi liberalleştirilmeli, yabancı sermayeye kolaylıklar tanınmalı, devletçilik ancak zaruri hallerde başvurulacak bir uygulama olmalıdır. Ekonomi yeniden yapısallaştırılırken, dünya ekonomisi ile kaynaşmaya geçilmelidir. Çağdışı kambiyo himayeleri bırakılmalı, adım adım Türk lirası konvertibiliteye itilmelidir. Bütçenin açık finansmanından vazgeçilmeli, para basımına siyasi müdahalelerden vazgeçilmelidir. Gereksiz istihdamla devlet kadroları şişirtileceğine işsizlik sigortası ile gerçekçi bir sosyal güvenlik sistemine gidilmelidir. Tutarlı ve kanımızca ülke için yararlı olan budur.” 
Milliyet Gazetesi Başyazısı
18 Kasım 1980 (Darbeden iki ay sonra)

11 Eylül 2025 Perşembe

Sanki bugün... Hız aynı hız!

12 Eylül 1980 darbesinin ekonomi ayağı:

  

12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleştiriliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. Ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor.” 
Rahmi Koç 
26 Ocak 1982  Cumhuriyet Gazetesi
     

Temiz Eller - Hakan Gürsoytrak   

Robert Capa / Kapanış 22 Mart 2026

 Robert Capa’nın “Gerçek En İyi Fotoğraftır” Sergisi  Ara Güler Müzesi’nde

Robert Capa'nın 

Unutulmaz Fotoğrafları

 

Darbe yancısı Madra:

 

Üstünden tanklar geçmiş o Türkiye'de ilk bienal nasıl ve nerede yapıldı
İKSV tarafından uluslararası çağdaş bir sergi düzenlenmesi için Beral Madra yetkilendirildiğinde amaçlanan, Türkiye çağdaş sanat ortamının uluslararası alanda görünürlük kazanmasıydı. Türkiye Özallı yıllarında neoliberal politikalarla yeni sanayileşme modeline uygun olarak küresel pazara açılmaya çalışıyordu. Bienal de değişmekte olan Türkiye’nin dünyaya açılmasının bir parçasıydı. Madra’nın genel koordinatörlüğünde 1987 yılında yapılan ilk Bienal, 1980 darbesinden sonra Türkiye’nin Avrupa’daki imajını değiştirmeyi de hedefliyordu.

“1. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri” adı altındaki bu etkinlik kavramsal bir çerçeveye sahip olmadığı gibi henüz bienal olarak da adlandırılmamıştı. Türkiye’den 60 yurtdışından 47 sanatçının yer aldığı bu etkinlikte aslında Venedik Bienali’nin ulusal temsil modeli esas alınmıştı. Sanatçıların çoğu ülke temsiliyetleri üzerinden sergilere katılacakları için davetler resmi-diplomatik kanallardan yapıldı.

Madra, sergi mekanlarını belirlerken batının oryantalizme olan ilgisini dikkate aldı. Uluslararası sanatçılarla bağlantıyı kolaylaştıracağı ve izleyiciyi çekebileceği düşünülerek Aya İrini ve Ayasofya Hamamı gibi tarihi mekânlar seçildi. Bu mekanlardaki sergiler Geleneksel Yapılarda Çağdaş Sanat başlığı altında toplandı. Aya İrini, uluslararası ölçekte tanınmış sanatçılara ayrıldı.

    Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri adıyla başlayan etkinliğin, kurulum aşamasındaki zorluklar nedeniyle iki yılda bir yapılması planlandı. İkinciden itibaren Bienal adını alarak devam etti.

Bienal’in etkileri

 

9 Eylül 2025 Salı

Keşke bizde de olsa!

Oscar Ödüllü Oyunculardan İsrailli Şirketlere Boykot: İşbirliği Yapmayacağız

“A Pledge Against Complicity” (Suç Ortaklığına Karşı Bir Taahhüt) başlıklı bildiri, 1987 yılında Jonathan Demme ve Martin Scorsese öncülüğünde Güney Afrika’daki ırkçı rejime karşı başlatılan “Filmmakers United Against Apartheid” girişiminden ilham alıyor. O dönemde 100’den fazla önde gelen film yapımcısı, filmlerinin Güney Afrika’da gösterilmesini reddetmişti.
 Bildiriye imza atan sanatçılar, Kudüs Film Festivali, Hayfa Uluslararası Film Festivali, Docaviv ve TLVFest gibi İsrail hükümeti ile ortaklık içinde olan film festivallerinin yanı sıra, İsrailli sinema salonları, yapım şirketleri ve yayıncı kuruluşlarla çalışmayacaklarını duyurdu
 Boykot kararına imza atan BAFTA ödüllü yapımcı James Wilson ve I, Daniel Blake filminin yapımcısı Rebecca O’Brien, şu açıklamada bulundu:
 
“On yıllardır İsrailli festivaller, yayıncılar ve yapım şirketleri, İsrail’in savaş suçlarını ve sistemini maskelemede rol oynadı. Bazıları doğrudan hükümet ortaklıklarıyla bunu yaptı. Çalışmalarımızın bu amaçla kullanılmasını reddediyoruz.”

Bildiride ayrıca boykotun İsrailli bireyleri hedef almadığı, kurumsal işbirliğini reddetmeyi amaçladığı özellikle vurgulanıyor.

8 Eylül 2025 Pazartesi

‘Camera Girl’

Doreen Spooner
 

Örsan K. Öymen / Cumhuriyet

 

MHP, ABD ve CIA

Milliyetçi Hareket Partisi’nin milliyetçi bir parti olup olmadığı her zaman tartışma konusu olmuştur. Çünkü milliyetçi olmak tam bağımsız olmayı ve emperyalizme karşı mücadele etmeyi gerektirir.

Oysa MHP tarihi boyunca, ABD ve CIA ile yakın ilişkiler içinde olmuştur. Bir suikast sonucu öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu bu bağlantıları 1970’li, 1980’li ve 1990’lı yıllarda ayrıntılarıyla ortaya çıkartmıştı ve köşe yazılarında dile getirmişti. Genç kuşakların, Türkiye’nin sadece geçmişini değil, bugününü ve geleceğini de daha iyi anlamaları için, Uğur Mumcu’nun bu yazılarını ve tüm kitaplarını mutlaka okumaları gerekir.

***
MHP’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Alparslan Türkeş, 1940’lı yılların sonunda ve 1950’li yılların başında ABD’deki askeri okullarda, Amerikan Harp Akademisi’nde ve Amerikan Piyade Okulu’nda eğitim almıştır ve 1950’li yıllarda ABD’de çeşitli askeri görevler üstlenmiştir. Türkeş bu nedenle de her zaman ABD ile yakın ilişkiler içinde olmuştur; Pentagon olarak bilinen ABD Savunma Bakanlığı ve ABD’nin istihbarat örgütü CIA ile iletişim halinde olmuştur.

27 Mayıs 1960 askeri darbesi bildirisinin radyodan Alparslan Türkeş’e okutulmasının bir nedeni de, NATO’nun ve ABD’nin tepkisini çekmemek içindi. Aslında bu darbe, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden farklı olarak, ABD ve NATO tarafından desteklenmediği gibi, ABD’nin ve NATO’nun çıkarları için de gerçekleştirilmemişti. Aksine bu darbe, ABD’nin Türkiye’deki çıkarlarını korumak misyonunu üstlenen ve seçimle iktidara gelip sivil bir diktatörlük kuran Demokrat Parti ve Adnan Menderes hükümetine karşı gerçekleştirilmişti. Nitekim Türkeş de kısa bir süre sonra, 1960 darbesini gerçekleştiren kadrodan çıkartıldı, talepleri yerine getirilmedi, pasif göreve atanarak bertaraf edildi.

***
1960’lı yılların ortalarında Türkiye’de sosyalist hareketler gelişmeye başladı ve CHP de ortanın solunda olduğunu ilan etti. 1960’lı yılların sonlarına doğru sağ ve muhafazakâr görüşlü örgütler, sol ve sosyalist öğrenci hareketlerini hedef alarak şiddet ve terör eylemleri düzenlediler.

Türkeş 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi’ni kurdu. 1970’li yıllarda MHP ve MHP’nin gençlik örgütlenmeleri olan Ülkü Ocakları ve Ülkücü Gençler/Gençlik Derneği, ABD’nin ve CIA’in desteğiyle, hem sosyalist hareketlere hem de CHP’ye karşı bir mücadele başlattılar. Bu mücadele silahlı mücadeleye dönüşerek, Türkiye’deki terör eylemlerinin yaygınlaşmasına neden oldu. Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel’in MHP’yi koalisyon ortağı olarak hükümete almasıyla birlikte, MHP devletin içinde de örgütlenmeye başladı. MHP’nin CIA’in desteğiyle kurduğu örgüt “Kontr-Gerilla” adıyla da anıldı. 
 
 Örsan K. Öymen   Cumhuriyet 


Ocak 2025

Reklam ve Tüketim


Mine Söğüt, 2014

 


7 Eylül 2025 Pazar

“askerler ekonomiden anlamaz,


 
“Savaş Gibi
İbrahim Akyürek, 2011
Filyos’a (Zonguldak) yaptığımız gezilerin birinde sahile paralel yürürken ateş tuğla fabrikası sosyal tesisinin harabe durumunu görünce Mustafa (Eyriboyun) söylenircesine "savaş gibi” dedi.

İçimden “doğru, bu bir savaşın sonucu” dedim. Kamu mallarının elden çıkarılması, sosyal tesislerin, lojmanların, devletin işlettiği ne varsa elden çıkarılması, sosyal hakların budanması bir savaş olmadan mümkün mü?

Bu savaşın taraflarını hadi söyle derseniz; 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrası Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in şu çok bilinen sözünü anımsatmam yeterli mi: "Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra bizde".

Yetmedi mi, kendi tanıklığımı yinelememe ne dersiniz: Darbenin sabahı radyoda ilk sıkıyönetim bildirileri okunurken balkonlarımızda karşı karşıya geldiğimiz emekli albay “askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar” demişti. Albay tam 12’den vurdu (tutturdu). İşveren Sendikası Başkanlığı yapmış işadamı Turgut Özal’a, askerlerin kurduğu hükümetin ekonomi işleri verildi.

Savaş durmadı, yıllar yılları ve seçimler seçimleri izledi. Ölümleri kuşkuyla dolu, acılarını sadece yakınlarının anımsadığı asker/polis/politikacı/gazeteci/yurttaş listesine bir de Cumhurbaşkanı konumundaki Turgut Özal eklendi.
 
Ama ben savaş falan ortada görmüyorum derseniz haklısınız. Ortada filmlerden bildiğimiz savaş yok. Tersaneleri, limanları, yaylaları, sahilleri işgal güçlerinin “düşman” askerleri ele geçirmiyor. Alıştığımız, kanıksadığımız, günlük hayatımıza yedirdiğimiz, ölüleri belli ancak savaşçıları, tarafları belirsizleşmiş savaş var ülkemizde ve dünyada.

12 Eylül 1980 darbesi sonrası Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) yöneticileri ve işçi temsilcileri yargılanırken askeri savcının “savaş hükümlerine göre” diye bir maddeyi işleme soktuğunu gazetede okuduğumda şimdi bu işin adı doğru kondu demiştim.


Sanmayın ki, bu savaş sadece bizde var. Zonguldak’taki gibi terk edilmiş kamu binaları Almanya'da, Ukrayna’da, Romanya’da, Polonya’da, İngiltere’de de var. 1980’lerde Turgut Özal; generalleri, tankları, kışlayı, televizyonu, camileri, üniversiteleri, sanatçıları, köşeyi dönme meraklısı seçmenini arkasına aldığı zaman, aynı zaman diliminde İngiltere’de Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan medyayı, kanunları, polisi, kiliseyi, uyuşturucuyu yanına alarak kendi iç savaşlarını yürütüyordu. İngiltere’de, Amerika’da maden ocakları kapatılıyordu.


Savaş şu anda da sürüyor. Kredi kartlarının, tüketim hırsının ortalığı kaplamadığı, obezitenin bilinmediği, gençlerin uyuşturucuyla kafayı sıyırmadığı, teknoloji başında çocukların günde dört saatini harcamadığı, gıdaların kimyasallarla şişirilmediği, öğrencilerin sınavlarda at gibi yarıştırılmadığı, sabah akşam borsa haberlerinin okunmadığı; arıların, kelebeklerin kafalarına göre uçtukları, insanların dayanışma içinde olduğu “ilkel, gelişmemiş” 22 ülke kalmış. Bu ülkelerin çoğu Afrika, Ortadoğu ve Orta Asyadaymış..

Haberlere lütfen dikkat edin; şu anda süren iç ve dış savaşların bu bölgelerde geçtiğini hemen bulursunuz. Şu anda bizi en tepeden yönetenlerin yanlarına aldıkları uçak dolusu AKP’li, CHP’li, MHP’li işadamı ile en çok bu bölgelere uçtuklarını keşfedersiniz. İnşaatçı örgütlerinin ticari hesaplarını bu bölgelere göre yaptığını okur,  şaşarsınız. Bu uçak dolusu sınır ötesi hırslı erkek girişimcinin eş ve çocuğunun ruh hali nedir diye tasalanırsınız. Belki de “azılı teröristlerin” bu 22 ülkeden çıkmasına benim gibi şaşmaz, uzun bir mola verip “terör”, “terörist" nedir, bize öğretilen tarifler ne işe yarar bir kafa yorsak dersiniz. Bu öğrendiğimiz gibi olmayan kesintisiz savaş hallerinde seçim sandıklarının anlamını bir düşünsek dersiniz. 
  
2011  

 2014

6 Eylül 2025 Cumartesi

Karaköy

İFSAK

 

Yaratıcılığın ardına...

 

Yaratıcılığın ardına saklanan taciz

Kamera arkasında da tablo farklı değil... Fotoğraf, sinema ya da reklam fark etmeksizin üretim süreçleri etik çerçeveden yoksun. Sanat ya da yaratıcılık perdesi, çoğu zaman bu belirsiz sınırları normalleştiren ve karşıdakini baskılayan bir kalkan işlevi görüyor. Modeller, oyuncular vb. ile sektörde işlerin akışını belirleyen az sayıda yayıncı, fotoğrafçı, yapımcı vb arasında, sessizliği rıza kavramıyla bağdaştıran istismarcı bir düzen kuruluyor. Bu düzen kimi zaman “esnek çalışma” saatlerini, kimi zaman “sanat yapıyoruz” diyerek beden sınır ihlallerini, kimi zamansa denetimsiz çalışma ortamlarını meşrulaştırıyor. İş kaybetme korkusunu da bir baskı unsuru olarak kullanan bu düzen cinsel istismarı kolaylaştıran araçlardan biri haline geliyor. Gücü elinde bulunduran ve yaratıcılığı tekelleştirenler, sektörde yer edinmeye çalışan bireylere sistematik olarak fiziksel ve psikolojik şiddet uyguluyor. Kişi, kimi zaman güç dengeleri tarafından baskılanarak rızası dışında hareket ettiriliyor, kimi zaman da bir gelecek hayaliyle rıza göstermeye zorlanıyor.

  Radikal dönüşüm, temennilerle değil, örgütlenmeyle mümkün. Örgütlenme, yalnızca hak talep etmek değil, aynı zamanda dayanışma ağları kurmak demek. Örgütlü mücadele, bir sağlama mekanizması oluşturmaktır. Sendikalar ya da meslek birliklerinin oluşturulması yaratıcı sektörlerde net olmayan meslek tanımlarını netleştirecek bir iç denetim mekanizması sunar. Bu yapıların oluşturacağı bağlayıcı sözleşmeler ve bağımsız idari soruşturmalar bireylerin yükünü azaltacaktır. Üretimin gerçekleştiği alanlarda rızanın “varsayıldığı” değil, her adımda açıkça sorgulandığı ve denetlendiği bir düzen kurulması şart. En basitinden uyulması zorunlu etik kuralların tüm paydaşlara bildirilmesi; kişinin bir başkasına dokunmadan önce izin alması, izinsiz fotoğraf ya da video çekimini yasaklamak, hazırlık alanlarında mahremiyeti korumak tartışmaya kapalı standartlar olmalı. Ekibin herhangi bir üyesinin “hayır” deme hakkı mutlak olup, bu beyan derhal uygulanmalı. Şikayetlerin anonim biçimde alınması, ihlallerin işbirliğinin güvenilir ve tarafsız idari soruşturmalarının ardından yeniden değerlendirilmesi, fesih ve kara listeyle sonuçlanması sektörün yeni normu haline gelmelidir. 
 Derya Gürsel   Gazete Oksijen

sessizlik

 
Kültür sanat alanında sessizlik gerçekten bozuldu mu?

Gerçek bir değişim istiyorsak, sadece bireysel ifşalarla değil; yapının kendisini sorgulayarak ilerlemeliyiz. Konservatuvarlarda taciz, toplumsal cinsiyet ve etik konuları zorunlu eğitim olarak müfredata girmeli örneğin. Hoca–öğrenci ilişkisi yeniden tanımlanmalı; "usta–çırak" romantizminin ve istismarın arkasına saklanmamalı. Orkestralarda ve kurumlarda etik komiteler oluşturulmalı. Sanatçılar arasında dayanışma ağları kurulmalı, özellikle genç sanatçılar için güvenli alanlar yaratılmalı. Sendikal yapıların güçlenmesi, hukuki ve psikolojik destek mekanizmalarının kurulması ise olmazsa olmazdır. Ve belki çok basit ama ilk adım; suçlular korunmamalı.

Burada gördüğümüz tablo, aslında sadece sanat alanına özgü de değil. Şiddet ve taciz toplumumuzda dayanışmanın azalmasının bir semptomu. Bugün ‘mobbing’, ‘taciz’ ya da ‘emekçiler arası şiddet’ dediğimiz şeyleri tekil olaylar olarak görmek bizi yanıltır; hepsi aynı güvencesiz ve rekabetçi sistemin ürünü. Çıkış yolu da bireysel vakaları tek tek cezalandırmaktan değil, birbirimiz için kaygılanmayı, dayanışmayı ve kolektif bir “biz”i yeniden inşa etmekten geçiyor. Ancak bu şekilde hem emek hem de sanat dünyasında gerçek bir dönüşüm mümkün olabilir.

Sanatı, bu dünyayı değiştirme gücüne sahip bir araç olarak gördüğümüz için, değişimi sağlamak adına yalnızca bireysel suçları sorgulamakla yetinmemeli, aynı zamanda tüm sektörü, güç ilişkilerini ve yapısal eşitsizlikleri de sorgulamalıyız. Ancak bu şekilde gerçek anlamda “özgürleşmiş” ve adil bir sanat dünyası yaratabiliriz. O zaman sanat, sadece var olanı yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu dönüştürme, yeni bir gerçeklik inşa etme gücüne de sahip olur.

Gerçek bir dönüşüm, yalnızca cesur ifşalarla değil, onları izleyen radikal yapısal müdahalelerle mümkün. İşte o zaman evet, sessizlik bozuldu diyebiliriz. Ama şimdilik sadece ilk çatlaktayız gibi duruyor. 
 GÜNSELİN SEDA ÇETİNKAYA